Son Haberler

Japonya, Çin ve Hindistan nasıl kalkındı, Türkiye niçin başaramadı?

-İkinci Dünya Savaşı’nda karşı tarafta yer alan ve atom bombası ile büyük can kaybına uğramasına rağmen Japonya, Batı teknolojilerini öğrendi ve transfer etmeyi başardı. Japonya baş döndürücü bir gelişmeyle, özellikle elektronik ve araba sanayilerinde ABD ve Avrupa yanında dünya pazarlarında önemli yer almaya başladı. 1960’ta 44 milyar dolar Gayri Safi Yurtiçi Hasılası’nı (GSYH), 20 yıl içinde, 1980’de yaklaşık 25 kat artırarak 1 trilyon 105 milyar dolara çıkardı ve dünyanın ikinci büyük ekonomisi oldu.

– Başta Çin olmak üzere, küreselleşmeyi akıllıca kullanan ülkeler, yeni teknolojileri, modern üretim ve yönetim sistemlerini öğrenme fırsatı buldular ve kendi teknolojilerini geliştirerek dünya pazarlarına rekabet üstünlüğü sağlayacak mal ve hizmet üretmeye başladılar. Açılım politikasıyla küresel ekonomiyi iyi değerlendiren Çin, 1980’de 191 milyar dolar olan GSYH’sını 2020’de 77 kat arttırarak 14 trilyon 723 milyar dolara çıkardı ve dünyanın ikinci büyük ekonomisi olmayı başardı.

-Küresel ekonomi döneminde en hızlı ikinci büyüyen ülke Hindistan oldu ve GSYH’sini 14.3 kat arttırarak 2 trilyon 660 milyar dolara yükseltti. Batı için stratejik konuma sahip Güney Kore, Singapur ve Tayvan da hızla gelişen ülkeler arasında yer aldılar. Bu ülkeler akılcı politikalar uyguladı, küreselleşmenin getirdiği fırsatları çok iyi değerlendirdi ve üretim ve yatırımlarıyla dünya markası yaratmayı başardı. Güney Kore otomotiv, beyaz eşya ve birçok alanda piyasalarda söz sahibi olmayı başardı.

-Diğer gelişme yolunda olan ülkeler; Avustralya, Brezilya ve Meksika gibi ülkeler, sırasıyla GSYH’lalarını 8.8, 6 ve 5 kat arttırdılar. Ayrıca gelişmiş ülkeler ABD 7.3 kat, Japonya ve Avrupa ülkeleri de 4 ila 5 kat arttırdılar. Bu arada sermaye transfer eden ülkelerin küresel şirketleri de, kârlarını defalarca katladılar ve dev şirketler haline geldiler. Özetle Soğuk Savaş döneminin getirdiği ortamı iyi değerlendiren ülkeler, ekonomik kalkınma yolunda önemli başarılar sağladı, dünyadaki yerlerini ve pozisyonlarını güçlendirdi.

-AK Parti’nin ikinci döneminde, 40 milyar dolarlık özelleştirme ve satış gerçekleştirildi. Ancak kaynaklar, teknolojik gelişme ve üretimi artırma yatırımlarından ziyade inşaat sektörüne, altyapıya ve tüketime kaydırıldı. Bol dış kaynak sayesinde, uzun süre düşük tutulan kur politikası, ithalatın ve lüks tüketimin artmasına, milli gelir içinde tasarrufların düşmesine yol açıyor, sonuçta iç ve dış borçlanma artıyordu. Bu politikaların devam ettirilmesi ile 2020’lere gelindiğinde, enflasyon, aşırı kur artışı gibi sorunlarla karşılaşılmaya başlandı.

-Ak Parti döneminde en başarılı gelişme; karayolu, havayolu altyapılarının geliştirilmesi ve ulaşımın kolaylaştırılması alanlarında oldu. Ancak sanayi ve tarım sektörü geriledi ve ekonominin dengeleri, mali ve finansman yapısı bozuldu. 2023’e Cumhuriyet’in 100’üncü kuruluş yılına girerken Türk ekonomisi ciddi yapısal ve üretim sorunlarıyla karşı kaldı. Eğer ekonominin yapısı, kurum ve kuralları yeniden düzenlenmez, sağlam ve bilimsel temellere oturtulmazsa, daha ciddi durumlarla karşılaşmak kaçınılmaz olacaktır.

Bu yazıda, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan “Dünya Güvenlik Sistemi”nin yarattığı savaşsız ve çatışmasız ortamda gelişen “Dünya Ekonomik Sistemi ve Küresel Ekonomi”den yararlanarak büyük sıçrama yapan ülkelerle Türkiye’nin durumu ele alınacaktır.

Dünya 20. yüzyılın ilk yarısında iki büyük savaş yaşadı. 20 yıl gibi kısa sayılacak ara ile meydana gelen bu savaşlar, dünyada, özellikle Avrupa’da büyük tahribata yol açtı. Birinci Dünya Savaşı’nda sivil-asker tahminen 40 milyon, İkinci Dünya Savaşı’nda da 50 milyon insan öldü. Hastalıklardan da milyonlarca can kaybı oldu.

Bu çok vahim tecrübelerden alınan derslerden sonra savaşın galip tarafı devletlerin liderleri bir araya gelerek Avrupa’yı yeniden yapılandırdılar. Amerika Birleşik Devletleri öncülüğünde Avrupa’yı Sovyet yayılmacılığına ve komünizme karşı korumak üzere, ABD ve Kanada ile 10 Avrupa Devleti bir araya gelerek, Washington Antlaşması ile 1949’da bir askeri ve siyasi güvenlik teşkilatı olan Kuzey Atlantik İttifakı Organizasyonu’nu, yani NATO’yu kurdular.

1954 YILINDA NATO’YA KARŞI VARŞOVA PAKTI KURULDU

NATO’nun ilk genişlediği 1952’de Türkiye ve Yunanistan da bu ittifaka katıldılar. Sovyetler Birliği de 1954’de NATO’ya karşı Varşova Paktı’nı oluşturdu. Böylece dünyada, iki kutuplu, karşılıklı caydırıcı güce dayalı bir “Güvenlik Sistemi” meydana gelmişti. Bu, “Soğuk Savaş” dönemi olarak tarihe geçti. 1950 başlarından itibaren nükleer silahlar dahil, silahlanma yarışı ile devam eden sistem, 1970’lerden itibaren bazı anlaşmalarla dünyada, daha güvenli bir ortam oluşturma girişimleri ile bir dönüşüm başlatıldı. Nükleer silahlar dahil, özellikle stratejik silahların sınırlandırılması antlaşmaları sürecine girildi ve daha makul bir güç dengesine geçilmesi hedef alındı. Amaç ekonomi ve teknolojik gelişmeye daha fazla kaynak ayırmak, küresel ticareti geliştirmek ve toplumsal refahı artırmaktı. Ayrıca silahların kontrolü anlaşmalarına ilave olarak, 1975’te Batı-Doğu Bloku arasında, 1975’te Helsinki’de barış ve istikrarı sağlamaya yönelik uluslararası temek ilkeleri belirleyen ‘Nihai Senet’ imzalandı. Bu anlaşmalara iki Blok ülkelerine ilave 35 ülke de katıldı. Böylece dünya güvenliğinin siyasi boyutu da oluşturulmuştu. Soğuk Savaş dönemi böylece, devletlerarası çatışmanın ve savaşların olmadığı bir barış ve güven ortamına dönüştürülmüş, dünya ekonomik ve teknolojik gelişmeye uygun bir ortam haline getirilmişti.

AVRUPA DEVLETLERİ, HIZLI BİR GELİŞME TRENDİNE GİRDİ

NATO güvenlik sistemiyle askeri harcamaları iyice azaltan Avrupa devletleri ekonomik, sosyal, teknolojik gelişmeye ve refaha daha çok kaynak ayırma fırsatı buldular. İkinci Dünya Savaşı’nın tahribatından kısa sürede kurtularak, hızlı bir gelişme trendine girdiler. Ekonomi ve teknolojik gelişmede kendi kabına sığmayan ABD, Avrupa’yı da yanına alarak dünyaya serbest ticareti, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımını esas alan, rekabete dayalı liberal ekonomik sitemi empoze etmeye başladılar. İletişim ve ulaştırma sektörlerinin hızlı gelişmesiyle küreselleşme de yaygınlaşıyor ve liberal ekonominin dünyada yer bulmasını kolaylaştırıyordu.  Küreselleşme ile dünya ticaret hacmi hızla arttı, gelişmiş ülkeler daha fazla mal ve hizmet ihracatı yapma imkânı buldular. Uluslararası rekabetin artmasıyla, sermaye ve teknoloji sahibi ülkeler, şirketlerine sermaye transferinde kolaylıklar sağlayıcı tedbirler geliştirdiler ve böylece uluslararası sermaye, gelişme yolundaki ülkelere hızlı akmaya başlad

JAPONYA, 20 YILDA DÜNYANIN İKİNCİ BÜYÜK EKONOMİSİ OLDU

Soğuk Savaş dönemi ortamından ilk yararlanan ülke, Batı dünyasında olmayan ve İkinci Dünya Savaşı’nda karşı tarafta olan Japonya oldu. İki atom bombası ile büyük can kaybına uğramasına rağmen, ABD ve Avrupa ile iyi ilişki kurarak, Batı teknolojilerini öğrenmeyi ve transfer etmeyi başardı. Japonya baş döndürücü bir gelişmeyle, özellikle elektronik ve araba sanayilerinde ABD ve Avrupa yanında dünya pazarlarında önemli yer almaya başladı. 1950’den sonra en hızlı gelişen ilke olarak tarihe geçti. 1960’ta 44 milyar dolar Gayri Safi Yurtiçi Hasılası’nı (GSYH), 20 yıl içinde, 1980’de yaklaşık 25 kat artırarak 1 trilyon 105 milyar dolara çıkardı ve dünyanın ikinci büyük ekonomisi oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra en hızlı gelişen Almanya, üçüncü büyük ekonomi konumuna düştü. Bu dönemde, Batı için stratejik konuma sahip Güney Kore, Singapur ve Tayvan da hızla gelişen ülkeler arasında yer aldılar.

KÜRESELLEŞMEYİ AKILLICA KULLANAN ÜLKELER, REKABET ÜSTÜNLÜĞÜ SAĞLADI

1970’lerden sonra daha da hız kazanan küreselleşme ve rekabet, gelişme yolunda ülkelere yeni fırsatlar oluşturuyordu. Devletçi ekonomiler de dahil, bazı gelişme yolundaki ülkeler, uluslararası ekonomik sisteme uyum sağlayacak ekonomik, mali ve ticari politikalar geliştirme ve yabancı sermayeyi çekmek için teşvik tedbirleri uygulamaya koydular. Başta Çin olmak üzere, küreselleşmeyi akıllıca kullanan ülkeler, yeni teknolojileri, üretim metotlarını, modern yönetim sistemlerini öğrenme fırsatı buldular ve kendi teknolojilerini geliştirerek dünya pazarlarına rekabet üstünlüğü sağlayacak mal ve hizmet üretmeye başladılar. Böylece Soğuk Savaş yıllarının sonuna gelmeden, yeni sanayileşmiş ülkeler sahneye çıkmıştı.

“YÖNETİMDE KOMÜNİST, EKONOMİDE LİBARALİZ”

Burada bir hatırama yer vermek istiyorum. 1980’de Birleşmiş Milletler’in çeşitli ülkelerden oluşturduğu bir heyetle Çin’i ziyarete gitmiştik. Davet üzerine yapılan bu ziyarette amaç, Çin’in yumuşama, dünyaya açılma ve Maoizm’den yeni bir politikaya geçişinin anlatılmasıydı. Resmi görüşmelerden sonra, Çin’in bazı bölgeleri de gezilmişti. O tarihte Çin’de her şey ilkeldi ve ekonomik hayata daha çok insan gücüne dayalı tarım hâkimdi. İkinci defa da 1995’te Cumhurbaşkanı Demirel’in heyetiyle gitmiştim. 15 yıl sonra, karşımızda başka bir Çin görmüştük. Resmi görüşmeden önce, Çin’in sanayi hamlesini göstermek üzere, serbest bölgelerde kurdukları ve kurmaya devam ettikleri yabancı sermayeye tahsis etmek üzere, devasa sanayi tesislerini gezdirmişler ve teşvik politikalarını anlatmışlardı. Resmi toplantıda, Demirel, Çin devlet başkanı Zemin’e “Sayın Başkan biz Çin’i komünist bir yönetim altında biliyorduk, gördüklerimiz sizin bizden çok daha liberal olduğunuzu gösteriyor” demişti. Cevap “Biz yönetimde komünist, ekonomide liberaliz” şeklindeydi.

ÇİN, AÇILIM POLİTİKASIYLA KÜRESEL EKONOMİYİ İYİ DEĞERLENDİRDİ

Açılım politikasıyla küresel ekonomiyi iyi değerlendiren Çin, 1980’de 191 milyar dolar olan GSYH’sını 2020’de 77 kat arttırarak 14 trilyon 723 milyar dolara çıkardı ve dünyanın ikinci büyük ekonomisi olmayı başardı. Küresel ekonomi döneminde en hızlı ikinci büyüyen ülke Hindistan oldu ve GSYH’sini 14.3 kat arttırarak 2 trilyon 660 milyar dolara yükseltti. Diğer gelişme yolunda olan ülkeler; Avustralya, Brezilya ve Meksika gibi ülkeler, sırasıyla GSYH’lalarını 8.8, 6 ve 5 kat arttırdılar. Ayrıca gelişmiş ülkeler ABD 7.3 kat, Japonya ve Avrupa ülkeleri de 4 ila 5 kat arttırdılar. Bu arada sermaye transfer eden ülkelerin küresel şirketleri de, kârlarını defalarca katladılar ve dev şirketler haline geldiler.

KÜRESEL EKONOMİ DÜZENİNİN SONU…

2010 yılına gelindiğinde, Gelişme Yolundaki Ülkeler, dünya GSYH’nın, küresel ekonomi öncesinde yüzde 20’sine sahipken, küresel ekonomi döneminin sonlarında bu payı yüzde 59’lara, dünya ticaret hacmindeki paylarını da, oldukça düşük bir seviyeden yüzde 50’lere çıkardı. Bu gelişmeler, sermaye transfer eden ülkeleri rahatsız etti. Ayrıca, küresel ekonomi döneminde gelişmiş ve gelişme yolundaki ülkeler gelirlerini, yukarıda belirtildiği gibi defalarca katladılar, ancak bu gelir artışları büyük çapta uluslararası şirketlere ve belli gruplara yansıdı, topluma ve özellikle alt gelir gruplarına yeterli refah sağlayamadı, gelir dağılımı bozuldu. Ayrıca gelişmiş ülkelerden başka ülkelere kayan sermaye Batı’da özellikle ABD’de işsizliği de etkiledi. Neticede, 2010’lardan sonra ABD, küresel ekonominin aleyhe döndüğünü görerek, bu sistemin negatif etkilerini frenleme politikası uygulamaya, ithal ettiği mallara, Çin başta olmak üzere yüzde 35’lere varan gümrük tarifeleri uygulamaya başladı, yani korumacılık politikasına döndü. ABD orijinli küresel şirketlerin ABD içinde yatırımcılara özendirilmesi ve sermayenin serbest dolaşımını kısıtlayıcı tedbirler aldı. Küresel, kâr odaklı liberal ekonomi tartışılır hale geldi, belki sona erdi demek de doğru olur

DÜNYA EKONOMİK SİSTEMİ İÇİNDE TÜRKİYE’NİN DURUMU

Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Türk ekonomisi üç safhadan geçerek gelişmesini sürdürdü. Bunlar; 1923-1950 devletçi ekonomi, 1950-80 karma ekonomi ve 1980 sonrası liberal ekonomiye geçiş ve liberal ekonomi dönemleridir.

Mustafa Kemal Atatürk, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını ilelebet devam ettirebilmesi için ekonomik olarak güçlenmesinin şart olduğuna inanıyordu. O tarihte özel sektörde, sermaye birikimi, yeterli tecrübe ve müteşebbis yoktu. Bu sebeple devlet eliyle kalkınma hamlesi başlatmak mecburiyetindeydi. 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar çerçevesinde, planlı bir yaklaşımla, tarım, sanayi ve ülkenin imarında büyük gelişme kaydedebilmek için, üretim, yatırım ve finansman ile ilgili temel kurumlar oluşturuldu. Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT), Merkez Bankası, kamu ve özel bankalar, Etibank, Sümerbank gibi. 1923-38 arasında Türkiye yılda ortalama yüzde 9’a yakın gelişme gösterdi. Bu dönem Cumhuriyet tarihinin en hızlı büyüme dönemi oldu. 1938-45 arasında, savaş dönemi olması sebebiyle durgunluk yaşandı.

1950’DE KARMA EKONOMİK SAFHAYA GEÇİLDİ

1950’de, özel sektörün de yer aldığı karma ekonomik safhaya geçildi. Bu dönemin ilk yedi yılında sanayi ve tarım sektörlerinde, altyapıda hızlı gelişme kaydedildi. Ancak aşırı kaynak kullanımı sonucu, finansal ve ekonomik darboğazlarla karşılaşıldı ve dış kaynağa başvurma mecburiyeti ortaya çıktı. Türkiye’nin de dahil olduğu OECD ve Dünya Bankası’na başvuruldu. Bu kurumların tavsiyesiyle planlı ekonomiye geçiş için çalışma da başlatıldı ve 1961 Anayasası’yla Planlı ekonominin hukuki temeli oluşturuldu.

Planlı dönemde; ekonomik, sosyal, beşeri ve doğal kaynakların bir bütün olarak değerlendirilmesi, kıt olan kaynakların rasyonel kullanılması, dengeli ve sürdürülebilir kalkınmanın sağlam temellere dayandırılması esas alındı. 1963-67 Birinci Plan ve 1968-72 İkinci Plan dönemlerinde Türkiye yılda ortalama 6.7 büyüme gösterdi. Ancak 1960 Askeri Müdahalesi’nden sonra, karma ekonomik sistem devam ettirilse de, devletçi, kapalı ve korumacılığa dayalı ekonomi politikaları ekonomi yönetimine hakim oldu. Bu sistem, 1970’lerin sonuna yaklaşırken tıkandı, enflasyon arttı, piyasada yokluklar ve karaborsa hakim olmaya başladı ve artık kapalı, dünyadan kopuk bir sistemin sürdürülebilmesi imkânsız hale gelmişti.

1980’DE 24 OCAK KARARLARI İLE LİBERAL EKONOMİYE GEÇİLDİ

1979’da Süleyman Demirel’in azınlık hükümeti döneminde ekonominin başına Turgut Özal’ın getirilmesiyle, radikal tedbirlerin alınması konusunda kararlı bir duruş ortaya kondu ve 24 Ocak 1980 Kararları olarak tarihe geçen radikal kararlar alındı. Bu kararlarla, liberal ekonomiye geçiş ve dünya ekonomisiyle entegre olmaya yönelik ciddi adımlar atıldı. Özal’ın 1984 başında Başbakan olduğu dönemde de liberal ekonomiye geçiş, ilave kararlarla büyük çapta tamamlandı. Türk sanayisi dışa açıldı, dünya piyasasına uygun mal üretmeye başlandı ve ihracat arttı. Turizm, telekomünikasyon, savunma sanayi gibi pek çok alanlarda reform niteliğinde gelişmeler kaydedildi, teknoloji gelişti. Ancak 1980’lerin sonlarından itibaren liberal ekonomi kurum ve kuralları ile geliştirilemedi, aksine liberal ekonomiden sapmalar başladı. 1960’tan 2002’ye kadar Türkiye, 1965-1971 Adalet Partisi ve 1984-91 Anavatan Partisi dönemleri hariç, 30 yıl süre ile askeri, ara hükümetler ve sık sık değişen koalisyon hükümetleri ile yönetildi ve 2002’ye gelindiğinde iktidarda yer alan bütün koalisyon partileri eridi.

AK PARTİ’NİN BİRİNCİ DÖNEMİNDE 22 MİLYAR DOLARLIK ÖZELLEŞTİRME YAPILDI                  

2002 seçimlerinde yeni kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi tek başına iktidar oldu ve CHP de muhalefet partisi olarak Meclis’te yerini aldı. Yeni iktidar iyi bir başlangıç yaptı, güven yarattı ve ülkenin geleceği ile ilgili morali ve ümidi hızla arttı. İki partili meclis, uyum içinde çalışarak AB ile uyum yasaları meclisten mutabakatla geçirildi, 2005 yılında AB ile katılım müzakereleri başlatıldı. ABD ve çevre ülkelerle iyi ilişkiler kuruldu. Bu ortamda ülkeye dış kaynak girişi de artışa geçti. AK Parti’nin birinci döneminde 22 milyar dolarlık satış ve özelleştirme de yapıldı. Bülent Ecevit’in başbakanlığındaki son koalisyon döneminde yaşanan ekonomik kriz sonrası, Devlet Bakanı Kemal Derviş başkanlığında hazırlanan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ile ekonominin dengeleri yeniden düzenlendi, Dünya Bankası ve IMF ile önemli hacimde kredi anlaşmaları yapıldı. Bu krediler, AK Parti iktidarının birinci döneminde de kullanılması devam etmişti. Bu dönemde ekonomide ortalama yüzde 7 büyüme gerçekleştirildi.

KAYNAKLAR, TEKNOLOJİK GELİŞMELERE VE YATIRIMLARA DEĞİL, TÜKETİME KAYDIRILDI

AK Parti’nin ikinci döneminde, ABD ve AB ekonomilerini canlandırmak üzere bol para politikası uygulandı. Ayrıca 40 milyar dolarlık özelleştirme ve satış daha gerçekleştirildi. Ancak kaynaklar, teknolojik gelişme ve üretimi artırma yatırımlarından ziyade inşaat sektörüne, altyapıya ve tüketime kaydırıldı. Bol dış kaynak sayesinde, uzun süre düşük tutulan kur politikası, ithalatın ve lüks tüketimin artmasına, milli gelir içinde tasarrufların düşmesine yol açıyor, sonuçta iç ve dış borçlanma artıyordu. Bu politikaların devam ettirilmesi ile 2020’lere gelindiğinde, enflasyon, aşırı kur artışı gibi sorunlarla karşılaşılmaya başlandı.

AK PARTİ DÖNEMİNDE SANAYİ VE TARIM SEKÖRÜ GERİLEDİ, EKONOMİNİN DENGELERİ BOZULDU

Ak Parti döneminde en başarılı gelişme; karayolu, havayolu altyapılarının geliştirilmesi ve ulaşımın kolaylaştırılması alanlarında oldu. Ancak sanayi ve tarım sektörü geriledi ve ekonominin dengeleri, mali ve finansman yapısı bozuldu.

2023’e Cumhuriyet’in 100’üncü kuruluş yılına girerken Türk ekonomisi ciddi yapısal ve üretim sorunlarıyla karşı kaldı. Eğer ekonominin yapısı, kurum ve kuralları yeniden düzenlenmez, sağlam ve bilimsel temellere oturtulmazsa, daha ciddi durumlarla karşılaşmak kaçınılmaz olacaktır.

TÜRKİYE, TEKNOLOJİK SIÇRAMAYI VE EKONOMİK KALKINMAYI NİÇİN BAŞARAMADI?

Türkiye, 1944’de Bretton Woods Anlaşmasından başlayarak NATO güvenlik sistemi dahil, Batı’nın çoğu uluslararası kurumlarında yer aldığı halde, coğrafi avantaj ve yetişmiş insan gücüne rağmen, neden yukarıda bahsi geçen ülkelerin yaptığı teknolojik sıçramayı ve ekonomik kalkınmayı başaramadı? Bu önemli soru muhakkak ki uzun bir inceleme konusudur. Ben bu kısa tutulması gereken yazımda birkaç maddenin altını çizeceğim.

  1. En kolay cevap, 1950’den sonra ilk teknolojik sıçramayı yapan, yukarda özetlediğim Japonya, daha sonra Güney Kore, Singapur ve Tayvan, 1970’lerden itibaren değişime uğrayan Çin, Hindistan ve Avustralya gibi ülkelerin yaptıklarını yapamamaktır. Çin Maoizmden dönmeye başladığı yıllarda, Türkiye’de hala Maocu ve Leninist gruplarla uğraşılıyordu.
  2. Küresel ekonominin hakim olduğu dönemde, Türkiye’de 1960’dan 1980’e kadar kapalı ekonomik politika uygulanıyordu ve dünyadaki gelişmelere kayıtsız kalınmıştı. Küresel sermayeyi cezbedecek, güven yaratacak ve devamlılık sağlayan hukuki ortam da oluşturulamamıştı.
  3. Türkiye’de küresel sermayeye karşı bazı aydın ve siyasi kesimlerde ciddi direnç ve taassup vardı. Dış borçtan ziyade, akıllıca küresel yatırımlara zemin hazırlanması, teknolojide ve üretimde hızlı gelişme sağlanması dış borçlanmaya tercih edilemedi. Bu tercihin ağır faiz yüküne girmekten daha çok avantajlı olduğu açıktı.
  4. Demokrasiye geçiş döneminden itibaren, kısa dönemler hariç, siyasete çatışma ve kavga politikaları hakim oldu, bölünmelere yol açtı ve siyaset kurumu içe ve dışa dönük, ileriyi gören büyük politikalar oluşturamadı.

Vahit Erdem   

Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi Kurucusu

TBMM 22. Dönem Milletvekili

erdem@turcomoney.com          

 

Yorum yok

Yorum Yazın

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

*

*

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

İlgili Haberler

Site Haritası